Barın
kapısına sol eliyle sertçe vurup içeri giren genç bir adam
görürüz ilk sahnede. Dışarıda hafif bir yağmur yağmaktadır,
içeriye anlamsız bir bakış atıp barmenin önündeki bir tabureye
bırakır kendini genç adam. İlgiyle bakar barmen tuhaf siyah
şapkanın gölgesinden içine işleyen kahverengi gözlere. Ürperir
hafifçe.
“Buyrun”
der.
“Ne
alırsınız?”
“Votka”
der genç adam.
“varsa
limon ve buz”
Uzunca
bir süre sessizce oturur genç adam. Bir şarkı duyulmaktadır
içeriden ağır aksak
“Nargilenin
dumanına benzer hayallerim.
Sadece beni zehirler ve uçup
gider.
Kafilelere benzer insanlar,
bazen seni seyreder ve
giderler..”
Sessizliği
bozmaya karar verir aniden, uzatır elini barın üzerinden
”Çağdaş”
“Arif”
der barmen.
“Memnun
oldum”
“Ben
de”
“İlk
defa geliyorsunuz buraya galiba”
“Evet,
genelde caddenin yukarısındaki pub a takılırım, bugün fena
kalabalıktı”
Yeni
bir müşteri kazandığına sevinip sevinmemekte kararsızdır
barmen Arif, genç adam ilgisini çekmiştir çekmesine de, bir de şu
siyah şapkanın ardındaki tedirgin edici gözler olmasa.
“Bildiğim
bir Arif var” der aniden genç adam, “Ahmed Arif”. Sonra tuhaf
bir şey olur, siyah şapkalı genç bir adam gecenin geç bir
vaktinde, duvarlarında 70 lerden 80 lerden kalma rock pop
ikonlarının posterleri olan bir barda Ahmed Arif ten bir şiir
okumaya başlar.
"Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü"
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü"
Uzunca
bir sessizlik olur barın o tarafında. İnsanlar susmuş, siyah
şapkalı tuhaf genç adama bakmaktadır. Hiç oralı görünmeyen
genç adamın aksine bakışlardan oldukça rahatsız olan Barmen
Arif hızlıca yukarıdaki bira bardaklarından birine uzanır.
Ve
birden cam bardak daha Arif ne olduğunu anlamadan onun ve siyah
şapkalı genç adamın gözleri önünde patlar. Her şey çok hızlı
bir biçimde olup bitmiş, Arif şaşkınlıkla elindeki yarım bira
bardağına bakmaktadır. İçeriye girdiğinden beri her şeye
şaşırtıcı bir biçimde ilgisiz kalmayı başarabilen genç adam
ilk defa ilgiyle bakmaktadır yarım cam bardağa.
Sonra
kırılan sadece bardak değil de Arif'le genç adam arasındaki
buzlarmış gibi yarım saat kadar sohbet ederler ateşten,
yağmurdan. Ayrılma zamanı geldiğinde hesabın olması gerekenin
yarısı kadar olduğunu görür genç adam, Arif''le bakışırlar
sessizce. Şapkasının ucuna hafifçe dokunup teşekkür eder. Dışarıda yağmur hızını artırmıştır. Kapının önünde
kısa bir an ceketine sıkıca sarılır ve çıkar.
Bir
sonraki sahnede araba farlarının aydınlattığı geniş bir
caddenin kıyısında yürüdüğünü görürüz genç adamın.
Yağmur altında kendi kendine konuşmakta, hızlıca yanından gelip
geçenlere dönüp bir şeyler saçmalamaktadır.
Güneşe
koşmalısın
Şimdi
koşmalısın
Geriye
dönüşün hiç bir zaman mümkün olmayacağını
bilerek
ve dinleyerek
şehrin
karanlığına tünemiş kargaların çığlıklarını
güneşe
koşmalısın
şimdi
koşmalısın
ileriye
baktığında göreceğin tek şeyin
sonsuz
bir doğru olacağını bilerek ve görerek
ufkun
göklere ve yerlere başkaldırışını
betona
çarpacağını bilerek
dişlerinin
ellerine döküleceğini
Güneşe
koşmalısın
Şimdi
koşmalısın
Garip
der kendi kendine caddenin köşesinde beklemekte olan yaşlı seyyar
satıcı. İnsanların ne dediğini duyması imkansız bu kadar
gürültünün ortasında. Hem duysalar da umursamazlar ki.
Son
karede diz çöktüğünü görürüz genç adamın caddenin
ortasında. Yanından gelip geçen arabaların kornalarına
aldırmadan, yağmur damlalarının ellerinin arasından akıp
gidişini seyretmektedir.
"Bu
da sıyırmış besbelli" der ihtiyar seyyar satıcı.
Sanki
bir daha hiç yağmayacağının müjdesini veren öfkeli bir yağmur
altında siyah şapkalı genç bir adam hıçkıra hıçkıra
ağlamaktadır.
***
Kamera
Beyoğlu tünele yakın rengarenk bir mağazanın önünde beklemekte
olan yirmili yaşlarının ortasında bakımlı ve güzel bir kadına
odaklanır.
"Yapabilirim"
der kendi kendine belki de 21.defa genç kadın.
"Yapabilirim".
İçeri
girip girmemekte kararsızdır. Tam o esnada telefonu çalmaya
başlar. Arayan Selin'dir. 5 dakika içinde orada olacağını haber
vermektedir.
İki
blok ötedeki kitapçıdan yayılan müziğe kulak verir genç kadın.
"I don’t wanna die,
But I ain’t keen on living
either.
Before I fall in love,
I’m preparing to leave her.
I scare myself to death,
That’s why I keep on running.
Before I’ve arrived, I can
see myself coming."
Hayatında artık bir şeylerin
eksikliğini fazlasıyla hissettiği bir döneme girmekte olduğunun
farkındadır genç kadın. Üniversitedeki kariyer hayallerinin bir
çoğunun gerçek hayatta hiç bir karşılığı olmadığını
anlamaya başlamıştır. Tırmanacak bir mucize duvarnın eksiklğini
hissetmektedir tüm varlığıyla.
Düşünceleri uzaklara, geçmişin
gölgelerine kayar.
Uzak bir diyarda, uçsuz
bucaksız bozkırın, tek bir buluta dahi şahit olmayan masmavi bir
gökyüzüne bakan, yemyesil bir karpuz tarlasının ortasında küçük
bir kız çocuğu silahını doğrultmuş kocaman kırmızı bir
şapkanın altında kaybolmuş oğlan çocuğuna ateş etmektedir.
"Dan dan ! Vurdum seni !"
Abartılı bir tavırla kendi
ekseni etrafında döner çocuk, elini kalbine götürüp haykırır,
"vuruldum, ah anneciğim,
vuruldum !
Önce şapka yuvarlanır, sonra
çocuk düşer. Güneş tepede parıldamakta, kız çocuğu sabırla
kalkmasını beklemektedir kırmızı şapkalı minik kovboyun.
Dakikalar geçer, hiç bir
kıpırdama olmaz. Bekler küçük kız çocuğu, parıldayan
güneşin, bozkırın serinliğinin, alnından göz kapaklarına
süzülen tuzlu ter damlacıklarının farkında olmaksızın.
Bekler..
Bileğinde ani buz gibi bir
kavrayış kendine getirir genç kadını.
"Bakayım ablacığımın
falına, söyleyeyim kısmetini emencicik, güzel ablacım"
Şaşırmış, korkmakla
öfkelenmek arasında gidip gelmekte olan genç kadın kurtarmaya
çalışır sertçe bileğini,
"Bırak, istemiyorum, bırak
!"
"Aman da ablacım neymişsin
sen böyle, prensesmiş benim güzel ablacım önceki yaşamlarının
birinde, saraylarda, şatolarda yaşarmış ah be ablacım bak işte
bak"
Duraksar genç kadın, yaşlı
çingenenin buruş buruş ellerinde kendisinden beklenmeyecek bir
kuvvetle sıktığı avucundaki çizgilere bakar hiç bir şey
anlamadan.
"Benim bildiğim geleceğe
bakılır fallarda, geçmiş yaşam da ne oluyor, ne biçim falcısın
sen"
Sırıtır yaşlı çingene,
dişsiz damaklarını birbirine vurarak kişnemeye benzer tuhaf bir
ses çıkarır, tiksinir genç kadın uzaklaşmaya çalışır biraz
daha.
"Geçmişi de geleceği de
bilir abe güzel ablacım bu zavallı kardeşin, üç beş kuruş at
da söyleyiversin hemencecik sana kısmetini, bir yemek parası ha,
benim güzeller güzeli ablacım"
Biraz da hemen kurtulmak isteğiyle
çıkarır üç beş kuruş sıkıştırır buruşuk ellere genç
kadın, dönüp gitmeye hazırlanırken tam birden tuhaf bir şey
olur, sesi değişiverir yaşlı çingenin ve sözcükler dökülmeye
başlar tüyler ürpertici bir çınlamayla.
"Genç
bir adam görüyorum, kalbini çalmaya niyetli besbelli. Onuru söz
konusu olduğunda tahtına sırt çevirebilecek bir kralın yüreğine
sahip"
"Yüreğine
dokunmasına izin vermemelisin. Bir Tanrıçanın mührünü taşıyor
bu genç adam, ağır bir yük var omuzlarında çok uzun süredir."
"Kalbinin
sesine kapa kulaklarını, uzak dur ondan. Uzak dur !!"
Hızla çeker ellerini yaşlı
çingene, arkasını dönüp topallaya topallaya koşmaya başlar,
karşısına çıkan ilk ara sokağa saparak.
Bir süre sessiz kalır genç
kadın. Sol avucundaki çizgilere bakar anlamsızca. Silkinir sonra
umursamaz bir tavırla, Selin karşıdan gülerek ona yaklaşırken
unutuvermiştir çoktan yaşlı çingenin saçmasapan kehanetlerini.
Beyoğlunda bir öğle vakti
kahkahalarla gülmektedir iki genç kadın, etraflarından akan
kalabalığa hiç aldırış etmeksizin...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder